ERZURUM'UN ESKİ BİR EVİNDE

ERZURUM’UN ESKİ BİR EVİNDE

Seferberlikten yeni çıkmış bir şehir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Erzurum’un Çırçır mahallesinde toprak damlı evlerden birinde, İhtiyar bir gazi dört çocuğu ile birlikte yaşıyordu. Çoluk çocuk kanaat içinde huzurlu bir hayat sürüyorlardı.  Çocukların anası çok genç yaşlarında apansız ve amansız bir hastalığa tutulmuş, kaldırıldığı numune hastanesinde vefat etmişti. Geriye en büyüğü dokuz yaşında dört çocuk bırakmıştı. İhtiyar gazi çerçilik yapıyor, evini bu işten kazandığı gelirle geçindiriyordu. Bazen gün aşırı iş seyahatlerine çıkıyordu. Çocuklar evde yalnız başlarına kalsalar da mahalleli bu yetimlere sahip çıkıyor, kol kanat geriyordu.

Günlerden bir gün yoldan gelmiş, yorgun düşmüştü. Baba ve çocukları sofra bezinde yer tahtasında, Allah ne vermişse iştahla yemeklerini yediler. Gazi dede ekmek kırıntılarını avucunda toparlayıp ağzına attı. Sofrada artık bırakmamanın önemi üzerine ibretli bir hikâyeyi anlatmaya başladı. Minikler etrafında toplanmış, hikâyeyi dinlerken diğer yandan da bu nur yüzlü güzel babanın çocukları olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı.  Hikâyenin sonunda;  zengin bir ailenin gelininden bahsediyordu. Sürekli ekmek kırıntılarını avucunda toplar yermiş. Kaynanası ve ev halkı bu duruma içerlerlermiş. “ Biz bu kadar zenginiz, bu gelin niye kırıntıları da yer, doymuyor mu acaba “ diye de merak eder dururmuşlar. Bir gün ısrarla avucunu açmasını istemişler. “ Bırak o kırıntıları sofra bezine “ diye çıkışmışlar. Gelin direnmiş, onlar zorlamış. En sonunda gelin kız avucunu açmak zorunda kalmış. Bir de ne görsünler avucunun içi köz gibi altın doluymuş “

İhtiyar hikâyeyi bağlamadan önce çocuklarına “ Balalarım siz siz olun ekmeği artık bırakmayın. Bet bereket bundadır “ diyerek, yatma vaktinin geldiğini ve yer yatağının serilmesini istemiş. 

Beyaz işliğini giymiş gazi dede, evlatlarına sesli dua ettikten sonra, besmele ile uzanmış yer yatağına. Yorgunluktan hemen uykuya dalması da bir olmuş. Çocukların en küçüğü Dursun, oğlan çocuğu, onun bir büyüğü ve diğer ikisi de kız çocukları. Sırayla babalarının aksakalını öpmüş, odalarına çekilmişler. 

Vakit gecenin bir nifsi. Dışarıdan havlayan köpeklerin sesinden başka çıt yok. En küçük kız çocuğu derinden derine bir ses işitir gibi oluyor. Doğruluyor yatağından kulak kesiliyor ses tekrarlıyor; seslenen babasıdır. “ Balalarım bana bir su getirin”  Kızcağız hemen fırlıyor yerinden kilere koşuyor, taş kurunun tahta kapağını kaldırarak bakır kalaylı maşrapayı daldırıyor.  Suyu alarak babasının yattığı odaya kapıyı tıklatarak usulca süzülüyor içeriye. Yanı başına geldiğinde babasının tekrar uykuya daldığını fark ediyor. Su dolu tas elinde öylece bekliyor. Saatler geçiyor, o hala ayakta çıt çıkarmadan bekliyor. Babası kendiliğinden uyansın diye. Ezanlar mahalle camisinin minaresinden sema ya yükselirken vaktin sabah olduğunu anlıyordu. O hala ayakta, elinde su hala bekliyordu. Derken sabah namazına uyanmaya alışmış bir bedenin kıpırtıları ve peşine gözlerini açan babası, kendisini sevgiyle seyreden kızına bakıyor. “ Balam sen ne yapıyorsun böyle, neyi bekliyorsun? “  Kız çocuğu hemen suyu uzatıyor babasına: “ Baba gece su istedin, hemen getrdim, ama geldiğimde sen uykuya dalmıştın, uyandırmaya kıyamadım.Uyanasın öyle içesin diye bekledim başında. “

Bunları duyan ihtiyar gazinin göz pınarlarından yaşlar dökülmeye başladı. “ Vah kuzum vah. Öyle saatlerce uykusuz ayakta bekledin ha. Ver balam, suyu ver”  Suyu üç besmele ile bitirdikten sonra hamd etti. Sonra ellerlini kaldırdı, avuçlarını açtı: “ Allah’ım balalarım sana emanet, onlara ak günler göster, nerde daralırlarsa Hızır aleyhisselamı imdatlarına yetiştir. Ben onlardan razıyım sen de onlardan razı ol “

Bir günün sabahı böyle başlıyordu. Erzurum’un eski bir evinde.

Nizamettin KORUCU - 17.09.2016 - Erzurum

Paylaş